20 Aralık 2011 Salı

Elan Yağan Damlalar Kurumadan


Arnavut kaldırımlı sokaklarında elinin sıcaklığı olmadan avare avare gezemeyeceğim için; Çatalca’da yağmur öksüz yağıyor şimdi...


Elan yağıyor...

Issız odamın camından gördüğüm saçak altı arayan sokak kedisi kadar yokluğun değerini bilmeyenlere gelsin bu yağmur...



Yağmura salvosuz atışlar zamanıdır şimdi. Hedefi gözetmeden; yani niyeti hedefe doğrultmadan hem de.


*** Yağmur bulutun intiharıdır... Sen bıraktığı notu okuyana kadar o denize ulaşır...


*** Toprak kokusunu doya doya içine çekme ihtimalini yarattığı için bile aşık olunabilir yağmura...


*** Çiselemek yağmurun kekeme halidir... Bir kekemeye gösterilmeyen sabır yağmura teklifsiz sunulur...


*** Nisan ayında yağmur duasına çıkan şanslılardan ol


*** Çiy damlası yağmura özenir mi?

*** Israrlı bir alacaklı gibi vuruyor odamın camına yağmur... Sen de mi yağmur, yorgunum diyorum, sen vurma bari... Nasıl olsa gene geleceksin yağmur, o zaman eşlik ederim sokaklar ile şaşırtan sevişmene, erketeye yatmış arsız bir aşık gibi seyrederim sizi, incitmeden ama, dokunmadan yanaklarınızdan fışkıran diriliğinize, dokunmadan seyrederim sizi; çünkü bilirim ki dokunmak karşındakini dağıtmaktır biraz da...

*** İki damla yağmurun ensenden içeri düştüğü an kadar ürpermiyorsan sevdiğini görünce ya yalnızsındır ya da bir yalnıza ümit vermişsindir...


Nevzat TEKİN




Fotoğraf : İleyda GÜLMEZ



19 Aralık 2011 Pazartesi


Dedemin İnsanları / Çağan IRMAK

Öncelikle sıcacık bir film olmuş. Neredeyse her sahnesinde abartısız ve yapmacıklıktan çok uzak bir içtenlik sağlanmış. Teröre, trafiğe, hayat pahalılığına, sevgisizliğe, düşmanlığın körüklediği nefrete yenilmek üzere olan insan yanımızı çimdiklemek isteyen bir hali var oyuncuların ve senaryonun. Özetle kültürel mirasların önemini ve güzelliğini bir kez daha hatırlatan ve yaşatan iyi oyunculuklarla süslenmiş bir film.

Çağan Irmak'ın emeğine ve gören gözüne ve aklına sağlık.

Artık hafızalardaki yerini almış ve üzeri tozlanmış anıları pencere önlerine konan pembe çiçekli sardunya gibi, bilgisayar başında geçirilen saatlere kurban giden, hani o ailecek oturulan akşam sofraları gibi, ebeveynlerin çocuklarına zaman ayırdıkları artık çok uzaklarda kalmış hoşluklar gibi, toprak patikaların şirinliği gibi, kapısı eğreti konulmuş bir sandalye ile kapatılan dükkânların uyandırdığı artık unutulan güven duygusu gibi, çocuksu hırsların yıkan öfkesi gibi ince detaylarla süslenmiş film.

Hele benim gibi 1924 yılındaki mübadelede göçe zorlanan Selanik kökenli bir aileniz varsa, Yunanistan ile İstanbul arasındaki insan istifleriyle dolu gemide kaybettiğiniz ve mezarı Ege Denizi olan bir aile büyüğünüz varsa;  daha anlamlı, değerli ve güzel niteleniyor film aklınızın kıymet terazisinde.

Sadece mübadele muhataplarının değil ailesinin tarihinde göç olanların mutlaka seveceği bir film yapmış Çağan Irmak.

12 eylül mantığı ile 12 eylülü yapanlar ile de küçük bir hesaplaşmaya girişmiş Çağan Irmak, sinemanın müthiş gücünü kullanarak ve gözümüze sokmadan bir yüzbaşının küçücük itmesiyle öyle güzel vurgulamış ki askerin Türkiye'ye yaptığını, hele hele asker kökenli belediye başkanının ses tonuyla bile verebilmiş 12 eylülün çirkef yüzünü...

Seyrediniz, seyrettiriniz. Ailenizde göçü yaşamış büyüklerinize mutlaka seyrettiriniz.

Endaksi anacığım…

Nevzat TEKİN

18 Aralık 2011 Pazar



Nietzsche Ağladığında - When Nietzsche Wept
Irvın D. YALOM


Kitabı sömürür gibi okurken satırların altını çizdiğim yetmemiş, aynı zamanda onları tutup yazmışım ve kenarlarına not almışım. Bilgisayarımın bir köşesinde öyle durup duruyor ve şimdilik bir işe de yaramıyor hani. Yere üç otuz uzandığım bir ayrılık sonrası okuduğum için beni hayli etkilemişti kitap. Altını çizdiğim satırlar belki de kitabı okuduğum zamanlardaki ruh halimin birebir fotokopisidir. Şimdi yeniden okusam aynı satırları çizer miyim, bilmiyorum? 

Altı Çizili Satırlar:

*** Niceleri kendi zincirlerini çözemezler de, dostlarının azatçısıdırlar.

*** Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?

*** Lou Salome’de onu korkutan, gücüydü; yani Breur’e yapabilecekleri. Bertha’da onu korkutan ise onun her şeye boyun eğmesiydi: yani Breur’in ona yapabilecekleri.

*** Evlilik ve ona eşlik eden mülkiyet ve kıskançlık, ruhu tutsak eder. Bunlar bana hakim olamaz. Doktor Breuer, ne kadın ne de erkeğin artık zayıflıklarıyla birbirlerine zulmetmeyecekleri günlerin geleceğini umuyordu.

*** Tüm bir yaşam boyunca edinilen alışkanlıklar kolay kolay bırakılmaz. / ... / Belki part-time bir evlilik bana uygun olabilir, ama bundan daha bağlayıcı olmamalı.

*** Onun da kendine ait kör noktaları var.

*** Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz?

*** Bizim kardeş beyinlerimiz vardı; yarım sözcükler, yarım cümlelerle, yalnızca hareketlerle birbirimize çok şey anlatabiliyorduk. Ancak bu cennet bozuldu!

*** Breuer, genç dostunun içinde bulunduğu durumun ne kadar hassas ve güç olduğunun bilincine vardı: Birbirinden soğumuş çiftin her ikisini de sırdaşlık yapmak!

*** Ah, şu entellektüellerin üç milimetrelik iris aralığından beynin içine tüm bu bilgileri aktarmak için sarf ettikleri bitip tükenmeyen çabalar. Breuer gülümsedi. “Muhteşem bir imge! Schopenhauer ve Spinoza damıtılmış bir halde, yoğuşarak gözbebeği aracılığıyla huniden geçiyor, optik sinirleri geçiyor ve doğrudan doğruya artkafadaki bölgeye giriyor. Gözlerimle yiyebilmeyi çok isterdim.

*** Çok önemli problemleri rüyalarında çözdüğünü söyleyen bilim adamı ve matematikçileri bir düşün! Ve, Josef, bunun başka bir açıklaması yok. Ne kadar saçma görünürse görünsün, orada bir yerde ayrı, bilinçdışı bir zekâ olmalı.

*** Köpeklerde hem bit hem de pire olabilir.

*** Onda aradığım neydi? Ben de eksik olan neydi?

*** Yaşamdaki asıl acının sizi inceleyen gözlerin bulunmaması olduğuna inanırdı-. Hiç kimsenin dikkat etmediği bir yaşam dehşeti.

*** Yaşamımın bir niçini var, nasılına da tahammül gösterecek güce sahibim.

*** Öğretmenler bazen acımasız olmak zorundadır. İnsanlara böyle katı mesajlar verilmeli; çünkü yaşam da acımasız, ölüm de.

*** Hastanızın Tanrı’nın kucağında olma isteği gerçek değildir. Bu çocuksu bir istektir, hepsi o kadar! Bu ölmeme arzusudur, ‘Tanrı’ diye adlandırdığımız o ebediyen şişmekte olan emziğe sarılmaktır!

*** Evet, ölümü nasıl karşılayacağına karar vermek zorundadır: Belki biriyle konuşacak, tavsiyeler verecek, o güne kadar sakladığı sözleri söyleyecek, çevresindekilerle vedalaşacak ya da bir köşeye çekilecek, ağlayacak, ölüme meydan okuyacak, lanetleyecek, belki de ona minnettar olacaktır.

*** Lucretius’un o deyişini tekrarladı: “Ölüm varken, ben yokum. Ben varken, ölüm yok. O halde üzülecek ne var?”

*** Freud haklı: Beyinde karmaşık düşüncelerin saklandığı bir depo olmak zorundadır; bilincin ötesinde ama hep uyanık, her an kendini göstermeye ve bilinçli düşünceler sahnesine çıkmaya hazır. Bu bilinçsiz depoda saklanan yalnızca düşünceler değildi, orada bir de gizli duygular vardı!

*** Hem o kadar derinlerde değildiler, yüzeyden yalnızca birkaç saniye aşağıda, “çağrılmaya hazır” bekliyorlardı.

*** Düşünceler, duygularımızın gölgesidir; ama her zaman daha karanlık, daha boş ve daha sade. Şu günlerde kimse ölümcül gerçeklerden ölmüyor, öyle çok panzehiri var ki.

*** Bağımsızlığa damgasını vuran şey nedir? -İnsanın kendinden artık utanmıyor olması!-

*** Kemikleri, eti, bağırsakları ve kan damarlarını kaplayan deri nasıl insan görünümünü katlanabilir hale getiriyorsa, ruhun ajitasyonu ve ihtirası da kibirle kapatılmıştır; kibir, ruhu kaplayan deridir.

*** Hayatı boyunca “ama” pozisyonu almıştı!

*** Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin: sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın...

*** ahlâki neşter!

*** Böyle zamanlarda Mathilde, Breuer kendini kendisinden korumalı diye hissederdi.

*** Davetleri severim, ama emir almaktan nefret ederim!

*** Hiçbir şeyin gizlenmeden konuşulacağı bir ortamı merak ediyorsunuz sanırım, bu tam bir cehennem olur. Birinin kendisini başka birisine açması ihanetin kapılarını açar ve ihanet insanı çok rahatsız eder.

*** Yani, nedenlerin nedeni? Sonunda Tanrı’ya mı varacağız, mutlak gerçeğin sahte arayışında yapılan son hata!

*** Belki ‘ben’ ve bedenim, zihnimin arkasından bir dolap çeviriyordur. Bildiğiniz gibi zihin, tuzaklarla dolu arka sokaklarda gezinmeye bayılır.

*** Sizce, zihnimizin sınırları içinde, yüksek duvarlarla örülmüş bağımsız zihin krallıkları mı var?

*** Ancak inançsızlık başlı başına bir strestir. Yalnızca güçlüler buna dayanabilir. B ir düşünürün sorması gereken asıl soru nedir biliyor musunuz? Cevabı beklemeden devam etti. Asıl soru şudur: Gerçeğin ne kadarına dayanabilirim?

*** Tam inzivaya çekilmek stresi ortadan kaldırmaz, aksine bunun kendisi başlı başına bir strestir. Yalnızlık, hastalıkların üreyebileceği en uygun ortamdır.

*** Daha derinlere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun! Hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. İnsanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir.

*** Bu yorum sizi şaşırttı mı? Belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesiniz. Ama daha derinlere inin, sonunda sevginizin onlar olmadığını göreceksiniz: Siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz! Siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil.

*** Sizi motive eden şey nedir?

*** Sizinle beraberken yaşadığım entelektüel alışverişten zevk alıyorum.

*** Her şeyi arkamda bırakıp gitmeyi düşünüp duruyorum. Bu çılgınca fikir hep aklımda!

*** İnsanlar vedalaşırken, genellikle olayın sürekliliğini inkâr eden sözler dile getirmeyi severler. Birbirlerinden ayrılırken ‘Auf Wiedersehen’, yani tekrar görüşene kadar, derler. Yani bir araya gelme planları yapmakta çok aceleci davranırlar, ama Bunu unutmak daha da acelecidirler. Ben bu tür insanlardan değilim. Gerçeği söylemeyi tercih ederim ki, gerçek de büyük bir ihtimalle bir daha karşılaşmayacak olduğumuzdur.

*** Ümitsizlik özfarkındalık adına ödenen bir bedeldir.

*** Kendi zayıflıklarını başkalarına yansıtan ve sonra da yalnızca kendi güçlerini arttırmak için onlara yardımcı olur gibi görünen o papaz kılıklı iyileştiricileri iyi biliriz.

*** Bir tonluk bir gorili kelebek ağıyla yakalamak gibi bir şey bu...

*** Ayrıca Anna’nın yirmi bir yaşında, olağanüstü zeki, iyi eğitimli ve insanın aklını başından alacak kadar güzel bir kadın olduğunu bilmeniz de önemli. Hızla yaşlanan kırk yaşındaki bir adama taze hava getiren bir esinti; daha doğrusu, bir siklon! Tarif ettiğim kadın türünü bilir misiniz?

*** Günüm ikiye bölünmüştü; yarısı Bertha’yla olduğum zamanlar, diğer yarısı da tekrar birlikte olmayı beklediğim zamanlar!

*** Benim dikkatimi çeken şey, bütün düşüncelerinizden ve bütün eylemlerinizden kendinizi sorumlu tutmanız, onun ise, hastalık sayesinde her şeyden muaf tutulması.

*** Kendinden hiç hoşlanmayan pek çok insan gördüm; bunlar önce başkalarını kendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunu başarınca da bu sefer kendileri de kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar. Ama bu sahte bir çözümdür; bu başkasının otoritesinin altına girmeyi kabullenmektir. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.

*** Sürekli tetikte bulunmaktan vazgeçmek zorunda olduğunu biliyorum.

***
-- Cinsel arzu, aslında, karşındaki insanın zihni ve bedeni üzerinde mutlak hakimiyet kurmak için duyulan arzudan ibarettir.
-- Bu bana doğru gibi gelmedi. Benim duyduğum arzu böyle değil!
-- Öyle, öyle diyen Nietzsche ısrarlıydı, daha derinlere bakarsanız, bu arzunun da tüm diğer insanlardan daha üstün olma arzusu olduğunu görürsünüz. ‘Aşık’, ‘seven’ kişi değildir; aslında o, sevdiği kişinin mutlak sahibi olmayı amaçlar. Bütün isteği, tüm dünyayı o değerli malından soyutlamaktır.


***
-- İhtiyacı olduğunda cinselliği yaşayan erkeğe diyeceğim yok! Ama bunun için yalvaran, bütün gücünü onu idare eden kadına; kendi zayıflığını ve erkeğin gücünü, kendi dişi gücü haline çeviren o hilekâr kadına bırakan erkeklerden nefret ederim.
-- Parçası, ama yüce bir parçası değil! Aslına bakılacak olursa, yüce parçanın ölümcül düşmanıdır.

*** Şehvet, topuklarımızı kemiren bir orospudur! Ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir.

*** Şehvet, tahrik olma, tensel zevkler, bunların hepsi köle edicidir! Yığınlar, şehvet yalağından beslenen domuzlar gibi bir yaşam sürerler.

*** Hırsı yenmek için daha büyük bir hırs gerekir! Pek çok kişi, daha az hırsla dönen çarkın altında ezilip gitmiştir.

*** Ruhunda sükûnete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar iç huzurundan feragat edip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadırlar.

*** Rahatlık ve gerçek sorgulama arasında tercih yapmak zorundasınız! Eğer bilimi seçerseniz, doğaüstü şeylerin teselli veren zincirlerinden kurtulmak isterseniz, eğer iddia ettiğiniz gibi inançlardan sakınıp, tanrısızlığı benimserseniz, o zaman inananların o küçük rahatlamalarının özlemini duyamazsınız! Tanrı’yı öldürürseniz, onun tapınağına sığınmaktan da vazgeçmek, orayı terk etmek zorundasınız!

*** Artık yaşamınızı kabul etmek ve şu sözleri söyleme cesaretini bulmak zorundasınız : ”İşte seçimimi yaptım!” İnsan ruhu, yaptığı seçimlerle belirlenir.

*** Bütün büyük filozoflar neden kasvetli olurlar diye bir sorun kendinize. Kimler daha emniyette, kimler daha rahat, kimler sonsuza dek mutludur? Ben size cevabını söyleyeyim: Yalnızca sığ zihinli olanlar, yani sıradan insanlar ve çocuklar!

***
-- “Çekilen acının mükafatının büyüme olduğunu söylüyorsunuz?”
-- “Hayır, yalnızca büyüme değil. Bir de güç var. Gururlu bir yüceliğe ulaşmak isteyen ağaç fırtınalı hava ister. Yaratıcılık ve keşif de acıda saklıdır.

*** Ben kendi ıstırabımı kavrıyor ve seve seve kabul ediyorum.

*** Siz de alay etmeyi öğrenmelisiniz!

*** Küçük bir intikam iyi bir şeydir.

*** Arzu edilenden ziyade arzu etmeye aşığızdır!

*** Kötü şöhretle baş etmenin vicdan azabıyla baş etmekten daha kolay olduğunu öğrendim.

*** Belki kuytu köşelerimde hala temizlemem gereken biraz kibir kalmış olabilir.

8 Mart 2011 Salı

“Türk Gazetelerindeki Tek Doğru Şey Tarihtir”

Benim yalnız ve güzel ülkemin özgür gazetecileri “Kalemini kır ama satma!” diyen meslek büyüklerine karşı çıkmayacak kadar akıllı, deneyimli ve namusludur; sırf bu yüzden başlıktaki söze zerre kadar katılmıyorum, hele gerçekliğine hiç mi hiç inanmıyorum.

Bu söz var ya bu söz; yalandır, iftiradır, kandırmacadır ve hatta hedef saptırmak için söylenmiş bir sözdür.

Bitlis’te bir çobanın ayağı taşa takılsa dert eder benim ülkemin gazetecileri…

Bir kere benim ülkemdeki bütün gazeteler halkın doğru haber alma hakkına saygılıdır ve bu ilkeyi akıllarına batmış kıymık gibi unutmazlar, unutturmazlar. Kaldı ki gazetecinin gerçeğe bağlılığı ilkesi de bunu gerektirir.

İzmir’de bir meltem esip meyveli ağacın dalını kırsa fırtına estirir ülkemin köşe yazarları.

Ülkemin gazeteleri hepsi basit bir haberi olduğu gibi verir tıpkı önemli haberleri verdikleri gibi, yorum katmazlar, gördüklerini yazarlar; gazetecinin sosyal sorumluluğu da gazetecinin mesleki bütünlüğü de bunu gerektirir.

Yozgat’taki bozkırda güneş geçse bir bebeğin yoksul başına, gölge etmek için yarışır benim ülkemin muhabirleri.

Her şeyden önce ülkemin gazeteleri halkın habere ulaşması ve katılımına son derece saygılıdır. Tıpkı özel yaşama ve insan onuruna saygılı oldukları gibi.

Ankara kalesinden bir köşe taşı eksilse ülkemin araştırmacı gazetecileri taşı çalanı kendi cehennemine kadar kovalar.

Bir zümrenin, bir kişinin istekleri ve hedefleri doğrultusunda yayın yapmaz benim ülkemin gazeteleri. İnsanları dolduruşa getirmez. Ulusal topluluğa, demokratik kurumlara ve kamu ahlakına saygılıdır. Tıpkı evrensel değerlere ve kültür farklılıklarına saygılı oldukları gibi.

Ben ülkemin gazetelerine inanıyorum, onlar aklımın karışması için değil karanlıkta bir mum yakmak için çabalıyorlar, yere düşen insana da uçan insana da eşit mesafedeler.


Nevzat TEKİN

Hamiş: başlıktaki söz Haim Revivo’nun.


Karikatür: Avni Odabaşı

7 Mart 2011 Pazartesi

Günsüz Kalasınız

İçimdeki beni erkek yapan dışımdaki kadının varlığıdır. Bazen gözlerinin denizinde boğulmak istediğim sevgilim bazen çok üşüdüğüm zamanlarımda nefesinde ısınıp dizlerinin dibine sığındığım annem. Özleminin vahşi atına binip zamanın içinde kaybolmak istediğim ablam. Beni ben yapan, kötülüklerden arındırıp güzelliklerinin ve inceliklerinin çiçekleriyle donatan kadınlar. Sizleri seviyorum demenin yavan ifadesi ile anlatamadığım insanlar.

Kadın aktığım yataktır. Ne kadar dik olursa eğim o kadar hızlı akar su, bir o kadar da fazla aşındırır çevresini.

Suyumdur benim, hayatta kalmamı sağlayan can suyum... Bazen kim yatak, kim su karışır!

Bazen yolunu gözlediğin yarine yatak, anneciğine su olursun... Can olursun... Kaç canın var?

Varlığınızınla daha da anlamlı kılıyorsunuz beni... Sizlerle hayatımın daha anlamlı ve daha çekilebilir olduğunu biliyor ve sizleri seviyorum...

Bereketli...

Doğurgan...

Tamlanan...

Tamlayan...

Gününüz kutlu olsun canlarım...

Bir de gün kutlamaya gerek kalmayan zamanlar uzak olmasın...

Günsüz kalasınız...

İnsanların cinsiyetlerine göre değerliliklerini ifade edemeyeceği zamanlar gelsin de günsüz kalasınız...

Nevzat TEKİN
08.03.2005 / 08.03.2011
Çatalca

6 Mart 2011 Pazar


Lila

Şimdi biraz deniz kenarı gerekli bana
biraz da hüzün,

Ergen bir umut
ya da
kullanılmamış bir özlem gerekli,

Ellere yabancı bir sinenin kokusu gerekli
ya da
örselemeyen bir dokunuş,

Habersiz bir sevinç gerekli,
o olmazsa
müjdeci bir gülüş,

ama illâ ki dudak kıyısındaki tebessümün rahatlığı gerekli,

Birbirine karıştırmak için
az kırmızı gerekli
ondan daha az yeşil
ama çokça mavi

Şimdi
sen
gereklisin
ama
en
az
benim
sana
gerekli
olduğum
kadar.

Nevzat TEKİN
05/03/2011 - Kadıköy

21 Eylül 2010 Salı

Bileklerinden Kesiliyor Ellerim / Nevzat TEKİN













Bileklerinden Kesiliyor Ellerim

Hangi sokağa baksam
senin sesin,
senin ıssızlığın;
biraz arnavut kaldırımı
biraz acar çocuksun.

Hangi ağaca baksam
senin renklerin,
senin kuş cıvıltın;
biraz erguvan
biraz bağ bozumusun.

Hangi ayrılığa baksam
senin dudak büküşün,
senin özgürlüğün;
biraz saklı dökülen gözyaşı
biraz yılkı atısın.

Hangi umudun ürpertisi düşse iman tahtamın üzerine
senin rüzgarın,
senin hançerin;
biraz dağ kokusu
biraz ihanetsin.

kış günü tarifsiz üşüsem
yoksun,
bileklerinden kesiliyor ellerim.

Nevzat TEKİN

28 Haziran 2010 Pazartesi

Ayrılık Acısı

Ayrılık Acısı

Neden kabul etmekte bu kadar zorlanıyorsun anlamıyorum, bitti işte. Onun hakkında kurmayı unuttuğun bir cümle daha kalmadı geride. Biliyorum, özlüyorsun onu, sadece tenini değil kokusunu bile özlüyorsun. Her sabah uyandığında yanındaki yastığın çukuru boş işte, bunu normalmiş diye karşılamak çok zor, biliyorum.

Terk eden ve terk edilen meselesi var bir de. Elbette, terk eden sen olunca çok acı çekmiyorsun. Yol açtığın acıyı düşünmeden çekip gidiyorsun. Bir ilişkinin bitiminde, acının gittikçe katmerleşen halini hangi beden yaşıyorsa, bilin ki odur terk edilen.

Bir başka bedeni, bir başta teni, bir başka dudağı, bir başka aklı tercih edip de gitmesi korkutuyor aslında seni. Gidişine yanmak ve bu korkuyu yenebilmek sorunu kalıyor geriye.

“Zamanla geçer” diyenlere aldanmayın, kuyruklu bir yalan bu, geçmez, geçmiyor işte, geçmiyor ayrılık acısı.

Ağzının içi cam kırıklarıyla doluymuş da senin anlatacakların bitmemiş gibi bir hal içinde kalakalıyorsun. Uzunca bir süre hayatın ne bir adım öne gidiyor ne de birkaç adım geriye, özgürsün ama hareket yeteneğini yitirmişsin.

Acının uyuşturan yanıyla alışıyorsun yaşamaya. Bazıları ayrılık acısının ölmek ile bir olduğunu söyler; ama doğru değildir bu; çünkü ayrılık acısı ölmekten daha beterdir.

Geçmiyor aslında, geçmiş gibi yapıyorsun. Unutamıyorsun aslınra, unutmuş gibi yapıyorsun. İlk başlarda kendini kapadığın odalar gittikçe küçülür, o odalar öylesine küçülür ki bir yüreğin atışına bile gizleyebilirsin onu.

Kesinlikle acısı geçmiyor; ancak dayanılabilir hale geliyor ama.

Bir sabah yataktan kalktığında yanındaki yastıktaki çukura acıyla gülümseyip alelacele giyinir ve hızla çıkarsın evden. İşin sığınağın olur. Hayatın tüm hızı ve karmaşasıyla devam ettiğini hissedersin. Yaşamın çok daha güçlü olduğunu fark edip iyi ya da kötünün bir parçası olduğunu anlarsın.

Yaran ile birlikte yola devam edersin.

Nevzat TEKİN


Hamiş: Bu yazı 2008 yapımı ‘L'uomo che ama’ isimli İtalyan sinema filmini seyrettikten hemen sonra kaleme alınmıştır. Bu yazıda bu filmde geçen repliklerden bazıları birebir aynı olabilir.

3 Haziran 2010 Perşembe

Trois Couleurs: Bleu

Üçlemenin ilk ayağı : Trois couleurs: Bleu (1993)

"Artık tek bir şey yapmam gerektiğini öğrendim; `hiçbir şey`..."

Acı bir kayıp, durağan bir zaman, başka yerde başka insanlarla yeniden başlama isteği; ama çokça hüzün, dalgın bakışların tanığı ve sanığı hüzün.

Israrla herkes özgürlüğü simgelediğini yazıyor, bence hüznü simgeliyor bu film ve zaman zaman değiştirmek isteğimiz halde insanlarımızı ve mekanlarımızı ne kadar büyük bir tutkuyla sevdiğimizi de anlatıyor.

Bir sevgiyi veya sevgiliyi kaybettikten sonra içine kabul etmeyen eski ortak mekanları terk etme isteği ve zorunluluğu, yine de her yenide eskinin ışıltısını arama telaşı... Her kayıp başta yalnızlığa ve annenin şefkatli aguşuna iter insanı; ama artık ne yalnızlığı uzun süre çekebilecek çoğul duygulara tanık bir beden ne de çocuklarına da olsa kalan kısacık ömrünü vakfedebilecek bir anne kalmıştır geriye. İnsanın her kendinden kaçışı aslında kendi anlam çekirdeğine yeniden dönüşüdür.

Hoş bir film aslında, sessiz ve sakin...

Kim ne derse desin; insan yaşamının içe doğru kapanan bir helezon olduğunu düşünmemize rağmen o dışa doğru açılan bir helezondur. İnsansız ve sevgisiz yapamayışımızın nedeni de budur aslında.

Hala seyretmediyseniz, buluverin bir yerlerden ve seyredin, bir şey kaybetmezsiniz.

Oldu mu?

Nevzat TEKİN

22 Nisan 2010 Perşembe

Yaş İlerledikçe Sevilen Şeyler

Sessizlik... Evet, evet sessizlik en başı çekiyor ben de. öyle böyle bir sessizlik değil hem de, çöl sessizliği isteği bu. Girip içinde kaybolacağın ve sevgilinin koynundan başka kaybolmaktan dolayı telaşlanmayacağın tek yer gibi sessizlik.

Günün velvelesi içinde yitip giden bedenim ve ruhum sükunet ihtiyacını mesai saati bitimine doğru sessiz çığlıklar halinde belli ediyor.

Akşamüstü şekerlemeleri de cabası. tam da akşamüstü saat 18:00 civarları en az yirmi dakika en fazla bir saat arasındaki bir süreyi uykunun kollarında geçirmek istiyorum.

Daha bir çok şey var elbet, ikinci paragraftan da anlaşılacağı üzere arapça ve farsça kökenli kelimeler saklandıkları yerden çıkıveriyorlar bana sormadan.

Son bir iki haftada cümle içinde öylesine kelimeler kullandım ki, gözlerim yerinden pörtledi desem yeridir. zül addetmek, akamete uğramak, nadim olmak bu kelimelerden sadece üçü. trt nin arapça televizyonunda prodüktörlük yapabilirim pekala.

Şaka bir tarafa göbeğimi sevmeye başladım, baktım kurtulamıyorum, seveyim bari dedim ben de. Şu anda zigon sehpanın küçük boyu ile ortanca boyu arasında gidip geliyor göbeğim; fis kos masası büyüklüğüne gelinceye kadar dokunmamaya karar verdim göbeğime, bu yüzden artık seviyorum onu.

Kadınlar bir de. Dostlukları ve sevgileri bedenlerinden daha önemli hale geliyor yaşlandıkça. Elbette bu bedenlerini sevmediğim anlamına gelmiyor; asıl cinsel organın insanın ruhu olduğunun farkına varıyorsun galiba ya da o noktaya getiriyor seni bu sevgili östrojenler. yani yaş geçtikçe ehil bir testosteronun oluyor.

Son olarak; illa ki aile. Aile çok öne geçiyor ya da daha çok seviyorsun. Anlamaya çalıştıkça seviyorsun, sevdikçe anlıyorsun; öylesine güzel bir sarmal duygu bu.

Ben kendimi oyalarım, siz kaçın benden, kurtulun...

Nevzat TEKİN