21 Eylül 2010 Salı

Bileklerinden Kesiliyor Ellerim / Nevzat TEKİN













Bileklerinden Kesiliyor Ellerim

Hangi sokağa baksam
senin sesin,
senin ıssızlığın;
biraz arnavut kaldırımı
biraz acar çocuksun.

Hangi ağaca baksam
senin renklerin,
senin kuş cıvıltın;
biraz erguvan
biraz bağ bozumusun.

Hangi ayrılığa baksam
senin dudak büküşün,
senin özgürlüğün;
biraz saklı dökülen gözyaşı
biraz yılkı atısın.

Hangi umudun ürpertisi düşse iman tahtamın üzerine
senin rüzgarın,
senin hançerin;
biraz dağ kokusu
biraz ihanetsin.

kış günü tarifsiz üşüsem
yoksun,
bileklerinden kesiliyor ellerim.

Nevzat TEKİN

28 Haziran 2010 Pazartesi

Ayrılık Acısı

Ayrılık Acısı

Neden kabul etmekte bu kadar zorlanıyorsun anlamıyorum, bitti işte. Onun hakkında kurmayı unuttuğun bir cümle daha kalmadı geride. Biliyorum, özlüyorsun onu, sadece tenini değil kokusunu bile özlüyorsun. Her sabah uyandığında yanındaki yastığın çukuru boş işte, bunu normalmiş diye karşılamak çok zor, biliyorum.

Terk eden ve terk edilen meselesi var bir de. Elbette, terk eden sen olunca çok acı çekmiyorsun. Yol açtığın acıyı düşünmeden çekip gidiyorsun. Bir ilişkinin bitiminde, acının gittikçe katmerleşen halini hangi beden yaşıyorsa, bilin ki odur terk edilen.

Bir başka bedeni, bir başta teni, bir başka dudağı, bir başka aklı tercih edip de gitmesi korkutuyor aslında seni. Gidişine yanmak ve bu korkuyu yenebilmek sorunu kalıyor geriye.

“Zamanla geçer” diyenlere aldanmayın, kuyruklu bir yalan bu, geçmez, geçmiyor işte, geçmiyor ayrılık acısı.

Ağzının içi cam kırıklarıyla doluymuş da senin anlatacakların bitmemiş gibi bir hal içinde kalakalıyorsun. Uzunca bir süre hayatın ne bir adım öne gidiyor ne de birkaç adım geriye, özgürsün ama hareket yeteneğini yitirmişsin.

Acının uyuşturan yanıyla alışıyorsun yaşamaya. Bazıları ayrılık acısının ölmek ile bir olduğunu söyler; ama doğru değildir bu; çünkü ayrılık acısı ölmekten daha beterdir.

Geçmiyor aslında, geçmiş gibi yapıyorsun. Unutamıyorsun aslınra, unutmuş gibi yapıyorsun. İlk başlarda kendini kapadığın odalar gittikçe küçülür, o odalar öylesine küçülür ki bir yüreğin atışına bile gizleyebilirsin onu.

Kesinlikle acısı geçmiyor; ancak dayanılabilir hale geliyor ama.

Bir sabah yataktan kalktığında yanındaki yastıktaki çukura acıyla gülümseyip alelacele giyinir ve hızla çıkarsın evden. İşin sığınağın olur. Hayatın tüm hızı ve karmaşasıyla devam ettiğini hissedersin. Yaşamın çok daha güçlü olduğunu fark edip iyi ya da kötünün bir parçası olduğunu anlarsın.

Yaran ile birlikte yola devam edersin.

Nevzat TEKİN


Hamiş: Bu yazı 2008 yapımı ‘L'uomo che ama’ isimli İtalyan sinema filmini seyrettikten hemen sonra kaleme alınmıştır. Bu yazıda bu filmde geçen repliklerden bazıları birebir aynı olabilir.

3 Haziran 2010 Perşembe

Trois Couleurs: Bleu

Üçlemenin ilk ayağı : Trois couleurs: Bleu (1993)

"Artık tek bir şey yapmam gerektiğini öğrendim; `hiçbir şey`..."

Acı bir kayıp, durağan bir zaman, başka yerde başka insanlarla yeniden başlama isteği; ama çokça hüzün, dalgın bakışların tanığı ve sanığı hüzün.

Israrla herkes özgürlüğü simgelediğini yazıyor, bence hüznü simgeliyor bu film ve zaman zaman değiştirmek isteğimiz halde insanlarımızı ve mekanlarımızı ne kadar büyük bir tutkuyla sevdiğimizi de anlatıyor.

Bir sevgiyi veya sevgiliyi kaybettikten sonra içine kabul etmeyen eski ortak mekanları terk etme isteği ve zorunluluğu, yine de her yenide eskinin ışıltısını arama telaşı... Her kayıp başta yalnızlığa ve annenin şefkatli aguşuna iter insanı; ama artık ne yalnızlığı uzun süre çekebilecek çoğul duygulara tanık bir beden ne de çocuklarına da olsa kalan kısacık ömrünü vakfedebilecek bir anne kalmıştır geriye. İnsanın her kendinden kaçışı aslında kendi anlam çekirdeğine yeniden dönüşüdür.

Hoş bir film aslında, sessiz ve sakin...

Kim ne derse desin; insan yaşamının içe doğru kapanan bir helezon olduğunu düşünmemize rağmen o dışa doğru açılan bir helezondur. İnsansız ve sevgisiz yapamayışımızın nedeni de budur aslında.

Hala seyretmediyseniz, buluverin bir yerlerden ve seyredin, bir şey kaybetmezsiniz.

Oldu mu?

Nevzat TEKİN

22 Nisan 2010 Perşembe

Yaş İlerledikçe Sevilen Şeyler

Sessizlik... Evet, evet sessizlik en başı çekiyor ben de. öyle böyle bir sessizlik değil hem de, çöl sessizliği isteği bu. Girip içinde kaybolacağın ve sevgilinin koynundan başka kaybolmaktan dolayı telaşlanmayacağın tek yer gibi sessizlik.

Günün velvelesi içinde yitip giden bedenim ve ruhum sükunet ihtiyacını mesai saati bitimine doğru sessiz çığlıklar halinde belli ediyor.

Akşamüstü şekerlemeleri de cabası. tam da akşamüstü saat 18:00 civarları en az yirmi dakika en fazla bir saat arasındaki bir süreyi uykunun kollarında geçirmek istiyorum.

Daha bir çok şey var elbet, ikinci paragraftan da anlaşılacağı üzere arapça ve farsça kökenli kelimeler saklandıkları yerden çıkıveriyorlar bana sormadan.

Son bir iki haftada cümle içinde öylesine kelimeler kullandım ki, gözlerim yerinden pörtledi desem yeridir. zül addetmek, akamete uğramak, nadim olmak bu kelimelerden sadece üçü. trt nin arapça televizyonunda prodüktörlük yapabilirim pekala.

Şaka bir tarafa göbeğimi sevmeye başladım, baktım kurtulamıyorum, seveyim bari dedim ben de. Şu anda zigon sehpanın küçük boyu ile ortanca boyu arasında gidip geliyor göbeğim; fis kos masası büyüklüğüne gelinceye kadar dokunmamaya karar verdim göbeğime, bu yüzden artık seviyorum onu.

Kadınlar bir de. Dostlukları ve sevgileri bedenlerinden daha önemli hale geliyor yaşlandıkça. Elbette bu bedenlerini sevmediğim anlamına gelmiyor; asıl cinsel organın insanın ruhu olduğunun farkına varıyorsun galiba ya da o noktaya getiriyor seni bu sevgili östrojenler. yani yaş geçtikçe ehil bir testosteronun oluyor.

Son olarak; illa ki aile. Aile çok öne geçiyor ya da daha çok seviyorsun. Anlamaya çalıştıkça seviyorsun, sevdikçe anlıyorsun; öylesine güzel bir sarmal duygu bu.

Ben kendimi oyalarım, siz kaçın benden, kurtulun...

Nevzat TEKİN

24 Mart 2010 Çarşamba

Siyaset Bir Sanattır, Sanatkâr Olun

"Bu arada ben taraf tutacak kadar düşük bilinçli vede dar görüşlü değilimdir."

Bana da gönderilen bir grup mailinden alıntı olan yukarıdaki cümlenin üstüne bugün eski bir öğrencimin facebook sayfasının başında ""HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN UŞAĞI OLMAYIN EVLADIM" Derdi Nuri Hocam, ne güzel söylerdi..." diyen bir not okudum. Bu ikisi üstüste gelince bu konuda bir iki satır yazmak istedim.

Öncelikle yazmakta olduğum satırların bu cümleleri sarfeden veya nakleden kişileri hedeflemediğini belirtmek isterim...

Apolitik olmak kuşkusuz bir suç değildir, tercihtir! 1980 sonrası sadece bireylerin değil, bütünüyle toplumun apolitik hale getirilmesi için harcanan emeklerin boşa gitmediğinin bir göstergesi olan ve taraf tutmamanın neredeyse bir erdem olduğunu söylemeye çalışan bu cümlelerin ifade ediliş tarzı çok rahatsız edici!

Taraf tutmayabilirsiniz; ancak taraf tutanların dar görüşlü, düşük bilinçli veya uşak olduğunu da ifade edemezsiniz! Buna taraf tutmayanların tarafını tutmak denir ki, bu mantığa göre siz de dar görüşlü ve düşük bilinçli olursunuz! Her ne hal ise...

Cümlelerin vurguladığı anlamı biraz daha genişletmek gerekirse; Siyasal Bilgiler Fakültelerinde değil okuyanlar, orada siyasetin bilimsel temelini öğretenler bu mantığa göre düşük bilinçli ve dar görüşlüdür! Kamu Yönetimi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri, Uluslararası İlişkiler bölümlerini bu işin içine dahil etmek bile istemiyor gönlüm! Bu okullar siyasetin öğretildiği yerlerdir, buralarda belli bir siyasetin bir diğerine göre daha üstün olduğu öğretilmez, sadece öğretilir. Siz kendi birikimlerinizle doğru orantılı olarak onların içinden birisi seçip seçmemekte özgürsünüzdür...

Yine bu mantığa göre, bütün siyasi partilerin koridorlarında at gözlüğü takmış insanların fink attığını zannetmek çok zor değildir...

Üretim biçimlerinin yöntemi siyasal düşüncelerin en önemli dayanağıdır, bu anlamda ü retim ilişkileri şekillenir, toplumsal yapı çatılır, içine insanlar sokulur... Eğer dünyanın gidişatı hakkında fikir sahibi değilseniz, yani taraf değilseniz, yani üretim biçimleri hakkında bir fikriniz yoksa fikirleri olanların tahakkümü altına girersiniz... Onların çattığı toplumsal yapının içine toplanmaz adeta tıkıştırılırsınız!

Kısaca, toplum siyasetle yönetilir...

Oysa ben siyasi görüşünün ne olduğuna bakmaksızın, ülkesini yönetme iddiasında bulunan bütün insanları benim gibi düşünmeseler bile çok değerli bulurum. Bu yürek işidir, bilinç işidir, birikim işidir, hatta kendinden vaz geçme işidir...

Lafı sakız haline getirmeden bitirmek gerekirse; ne düşünürseniz düşünün, nasıl düşünürseniz düşünün, bir siyasi fikriniz olsun, taraf tutun, taraf tutmaktan korkmayın... Körleşme bir başka konudur ama; körleşecek kadar, kendini sorgulamayı unutacak kadar siyasi görüşe sahip olmak tartışılabilinir...

İyi bir gün olsun yarın...

Nevzat TEKİN

2 Mart 2010 Salı

O Zehiri O Şekerle Sen Bir Ediyorsun Etme

Mevlana’nın Şems’e duyduğu özlemi anlatır şiir. Mevlana otuz sekiz, Şems ise altmış yaşındadır ve sohbetleri sırasında geceler güne, günler geceye karışır.

Öylesine büyük bir duygu ile bağlanırlar ki birbirlerine bu duygunun ismini koymak ister Konya halkı. İsim koyma çabaları arasında hem Mevlana’yı hem de Şems’i mutsuz kılacak bazı densizlikler de vardır. Gerçi başlı başına iki insan arasındaki ilişkiye isim koyma istekleri densizliktir ya neyse. Bu ilişkinin sadece ilahi bir aşk olmadığı dedikoduları üzerine Şems Konya’yı terk edip Şam’a yerleşir.

Mevlana dostuna duyduğu özlemi mektuplarının içine koyar sık sık ve karşılık bulur bu özlem, Şems bir yıl sonra geri döner, kaldıkları yerden onlar da Konya halkı da devam eder. Dedikodular yüzünden Şems bir gün ortadan kaybolur ve bir daha görülmez.

İşte bugünlere denk düşer Mevlana’nın Konya’yı terk etmeyi düşünen Şems’e yazdığı ‘Etme’ şiirindeki yakarışlar.

Etme

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Mevlana Celaleddin Rumi / 1247


Aslında yokluktur biraz da var eden bizi. Hep bir yerlere, bir şeylere veya birilerine ulaşma çabası.

Öyle severiz ki bu çabayı bir süre sonra galiba bir yerler ve birilerinden daha da öne çıkar bu çaba gösterme hali. Belki ulaşsak belki tutunsak belki dokunsak o ulaşma isteği bitiverecektir ve çabaya da gerek kalmayacaktır. İşte o zaman başlayacaktır asıl boşluk.

Mevlana’nın Şems’e duyduğu özlemi bu kadar yalın, bu kadar içten ve bu kadar incelikli ifade etmesi karşısında ancak hayranlık duyabilir insan. İçimizde içimizdeki özlenenlere veya özlem boşluğuna o kadar denk gelir ki bu özlem, Mevlana filan çıkar aradan. Artık o andan itibaren kaybettiğin baban ya da ablandır veya özlemini duyacak kadar bir aşka sahip olamamandır öne çıkan.

1247 yılında yazılmış bu şiir, vay diyesi var insanın, vay ki ne vay.

Bazen sevgiden de büyük olabiliyor özlem.

Eğer şimdiye kadar okumadı veya dinlemediyseniz lütfen bu akşam dinleyiniz ve kaybettiğiniz veya kaybetmek üzere olduğunuz sevdiklerinizi düşünmenin zorluğunu ve sizi insan yapan tarafını bir kez daha hatırlayınız.

Nevzat TEKİN

Hamiş: Şiiri Yılmaz Erdoğan'ın sesinden dinlemek isterseniz, buradan buyrun.
http://www.izlesene.com/video/muzik-yilmaz-erdogan-etme/869721

19 Şubat 2010 Cuma

Kütür Kütür Yeşil Erik

Şöyle sulu sulu, kütür kütür, diş kamaştıran, ağız sulandıran, hep çemkirmesi meşhur komşunun bahçesinde oldukları için akıl çelen ve özlenen bir şeydir benim için.

Komşunun yasak ağacındakine nazaran manavın veya seyyar satıcının tezgâhında olanlar aynı değerde değillerdir nedense. Dalından koparmak, uğruna dayak yemeyi göze alarak aşırmak, bir anlamda duygusal bedel ödemek gerekir yeşil erik için.

Önce kızılcıklar açar, sonra bademler, onlardan çok sonra gelir erik çiçekleri; gene de baharın ilk müjdecilerinden birisidir erik ağacı. Şubat ayının kısacık süren sıcaklarına saftirik ergenler gibi kolay aldanır.

Mükerrem hanım teyzenin böyle bir erik ağacı vardı, gözü gibi koruduğu.

Can eriği diyorum size.

Gerçi o eriğin güzelliği kendisinden çok çalmak için (gerçi biz dalmak derdik) yaptığımız planlardı. Bir kişi Mükerrem hanım teyzeyi oyalar, diğer iki kişi oyalayanın hakkını da düşünerek eriğe dalardık.

Ganimeti paylaşmak için koşarak uzaklaşmak gerekirdi, o koşuşturma sırasında koynumuza doldurduğumuz eriklerin yarısını yollara sepelerdik. Mükkerrem hanım teyze oturma odası penceresinin hemen önündeki can eriğini korumak için yaptığımız planları suya düşürürdü çoğunca, gene de çok bağırmazdı ama bize, şöyle bir çemkirirdi.

Siz siz olun eriği dalından yemenin tadını unutmayın, unutturmayın ve benim gibi yapın; daha hiç bir manavdan veya seyyar satıcıdan erik almadım, almayı da düşünmüyorum, ama her yeşil erik görüşümde Mükerrem hanım teyzenin ruhuna bir Fatiha okumak geliyor içimden.

Nevzat Tekin

18 Şubat 2010 Perşembe

Haydi Abbas Vakit Tamam

Türk sanat müziği bizim kültürümüzde aile mirasları arasındadır. Çoluğuna çocuğuna iyi bir isim bırakmak kadar kaliteli bir mirastır bu.

Baba yadigârı virâne ev bile köşk gibi gelirken insana Türk sanat müziği gibi enginliği veya derinliği tartışılmaz olan bir ummana nasıl hayranlıkla bakmaz insan?

Aile olabilmenin ilk koşullarından bir tanesi herhalde ortak anılar yaratma gerekliliğidir. Günün en rastgele saatlerinde bile yıllarca hatırlanacak hüzünler, coşkular yaşanır ve hafızaya not edilir. Olayların çokluğu ve hafızanın diriliği aile olmanın dayanaklarıdır bir süre sonra. Öyle ya yargılamayan dokunuşlar, sığınılan anne baba kucakları, kardeşlerin sıcaklığı bir kat daha bu insanları sevme nedenlerini arttırır.

Türk sanat müziği böyle bir şey benim için.

Televizyon kanalları arasında o sıradan dolaşmalarımı yaparken Mustafa Keser’i gördüm bu akşam, aslında yukarıdaki satırları yazdıran neden de onu görmüş olmam. Derinlemesine tanımam aslında onu, ancak söylediği şarkıları beraber mırıldandığım sevdiklerimi hatırlatır bana.

Rahmetli Gülizâr halacığımla işi gücü bırakır televizyonda onun çıkma saatini beklerdik ya da ne bileyim yine rahmetli Necla ablacığımla Mustafa Keser'in bize öğrettiği “haydi abbas vakit tamam, akşam diyordun, işte oldu akşam” dizelerini geç kaldığımız her olay için neredeyse aynı anda söyler ve gülümserdik.

İşte bu yüzden kıymetlidir Mustafa Keser bende. Bir sanatçının insanları yakınlaştırmak ve birbirlerini anlamalarını sağlamaktan öte başka görevi var mı ki?

Nevzat Tekin

17 Şubat 2010 Çarşamba

Six Feet Under

Six Feet Under

Cenaze levazımatçısı ailenin yaşadıklarını anlatan bir dizi, yani ölüm üzerine düşünüyor, düşündürtüyor.

Hiç kuşku yok ki ölüm gibi akla düştüğünde ürkütür, korkutur hatta bazen akıl kaybettirir. Ancak her bölümünde farklı bir şekli ile karşılaşmanıza rağmen ölüm ürkütmüyor, korkutmuyor, akıl kaybettirmiyor; aksine ölüm üzerine düşünerek kendini var hissediyorsun. Six Feet Under işte böyle bir dizi.

Evet, evet ölümü düşünerek kendini insan hissediyorsun.

Son bölümü izledikten sonra ağlamayan bir Allahın kulu varsa hayata dair korkularını çok büyütmüş demektir.

Hemen hemen bütün bölümlerinde bedenime, ruhuma ve yaşantı biçimime aykırı gelen birçok şey vardı, belki de ölüm gibi bir temanın üzerine düşünürken aykırılığı kışkırtıcılık niyetine kullandılar. Merakımı çimdikleyip benim gibi olmayan hayatları onlardan habersiz gözleme (hatta dikizleme) şansıyla beraber ölümü sorguladılar.

İnsanların sevdikleriyle birlikte olmak adına hangi yaşam olasılıklarını teptiğini ya da onlardan fersah fersah kaçmak için pireyi deve yaptıklarını o kadar güzel gözüne sokuyor ki dizi, sormayın gitsin.

Dizi cinsellik üzerine o kadar çok şeyi sorguluyor ki bazen bu sorgulama yöntemlerine karşı bakışıma ve duruşuma şaşırdım. Daha doğrusu cinsel ıssızlığımızdan kaçarken tutulduğumuz, hapsolduğumuz bedenlere duymadığımız saygıyı gördüm. Bu dizinin cinsellik ile ilgili bütün sorgulamalarına şaşırdığıma şaşırıyor ya da şaşırmadığıma şaşırıyorum.

Ezcümle: güzeldi, hoştu ve beni bir adım öteye götürdü diyebilirim. İnsan bir sanat eserinden başka ne bekleyebilir ki?

Bir kaç yıl sonra eğer fırsat bulabilirsem ( ki bu fırsatı bulmak istiyorum ) bir daha seyretmek istiyorum. Kısa bir süre önce ablamı kaybettiğim için daha bir sarılarak seyrettim diziyi. Bir kaç yıl sonra bende uyandıracağı duygular farklı olabilir.

Seyrediniz, seyrettiriniz.

Nevzat Tekin

16 Şubat 2010 Salı

Ah Yaşasaydı Babam

Kırkambar Güncesi 12 / 16.Şubat.2010 - Salı

Ah yaşasaydı babam!

Sağlığında bir fiske dahi vurmamış olmasına rağmen kollarımda yitirdiğim günden bu yana "keşke sağ olsa da her gün dövse" dediğim babamdır; can suyumu verendir.

Ergen yıllarımın en deli zamanlarını sürüyordum onu toprağın altına sakladığımızda. Ölümünden sonra keşke yaşasa lafı pelesenk olmuştur dilime. Pelesenk olmuştur olmasına ama, nedense beceriksizliğim yüzünden köşeye sıkıştığım anlarda gelip buluyor bu keşkeler? Sanki sağ olsa sarıp sarmalayacak, kollayacak ve oğlunu her türlü tehlikeden koruyacaktır. Birilerini kırdığımda, yıktığımda yaptıklarımı ya da yenildiğimde yitip giden umutlarımı tazeleyecekti sanki yaşasaydı. Sakil bir duygu bu, biliyorum; ancak bilmek yetmiyor bu sakilliğin başköşeye oturmasını engellemeye.

Ah yaşasaydı babam!

Kıymet bilmezlik değil bu bendeki, ikimizin de soluk alıp verdiği daracık bir zamana sığmayan iki ömrün vaveylası. Ki ömürlerden birisinin umulmadık bir zamanda yarıda kesilivermesidir diğer ömrün bir civciv ürkekliği ile sürdürülmesinin nedeni.

Bazen yaşadığını farz ederim de banka kredisini çekmek hiç düşündürmez ya da yeniden aşık olmak, aslında daha çok da yeniden âşık olmak. Bu yüzdendir her aşk sonrası mezarını ziyaret etmem, mezar taşıyla sohbetlerim. Öyle ya, yaşasaydı balıklama atlardım herhalde tehlikelere ya da bilinmezlikler bu kadar korkutmazdı beni. Hayallerimi kolay vazgeçilebilir olanlardan seçmezdim ya da umutlarımı bu kadar aç bırakmazdım.

Ah yaşasaydı babam!

Babamı erkenden, beklenmedik bir zamanda kaybetmenin şikâyetçi olamayacağım bir yanı var; yaşasaydı babam annem ile bu kadar zaman geçirmezdim. Babamı kaybetmek anneme daha hoşgörülü olmamı sağlamıştır. Annemin duymazlığını, hastalıklarını, yalnızlıklarını ve yanlışlıklarını daha kabul edilebilir kılmıştır babamın ölümü.

Sonuçta: bir fırtına tuttu bizi.

Ah yaşasaydı babam.

Nevzat Tekin




Hamiş: Bu yazı babasının sonsuza kadar yaşayacağını zannedenlere, onunla az vakit geçirenlere, eften püften sebepler yüzünden onunla geçinemeyenlere ithaf olunmuştur. Vakit varken...

16 Ocak 2010 Cumartesi

16.Ocak.2010 - Cumartesi

Kırmızı Yalnızlık
Birinin çöpünün bir başkasına yemek olabildiği, birinin hüznünün bir başkasında sevgi doğurabildiği bir dünyada; birinin yalnızlığı bir başkasında sakil sevinçler yaratabiliyor... Coşku gıdasını başkalarının yapamadıklarından alıyor, besleniyor, gürbüzleşiyor ve olur olmaz zamanlarda alaycı maskesini takıp yüzüne şımarıyor da şımarıyor. Evet evet bütün bunları coşku yapıyor.

Yitip giden zamana şahit yazılıyor yalnızlıklar... Zamanın kararlı ayak seslerine bir tek yalnızken kulak kabartıyor insan!
İri yalnızlık, yoğun yalnızlık, doğurgan yalnızlık , yoksul yalnızlık, belki de kırmızı yalnızlık! Yalnızlık hükmünün başına hangi eklemeyi yaparsanız yapın yalnızlık kendi ağırlığından asla kaybetmiyor!

Tercih edilen yalnızlık ile artık seni bırakmayan, ruhuna yapışan yalnızlık aslında birbirinden çok da farklı değil!

Edilgenliğin içinde çırpınıp duran, ürettiği düşünce güllerini birilerinin yakasına takmayı beceremeyen bir hâli var yalnızlığın!

Bütün ıssızlığına rağmen dişidir yalnızlık; ucube ve nevrotik duygular doğurmayla lanetlenmiş bir dişiliktir onunki. Doğadaki tüm dişilerin aksine çirkin bir dişiliği var yalnızlığın.

Nevzat TEKİN

8 Ocak 2010 Cuma

Kontrolsüz Duygu Kullanımı

Sizin kontrolünüz olmadan basınç altından kurtulan bütün duygular, hem bir merminin vücuttan çıkışı gibi çıktığı yere hem de yerle yeksan eden bir deprem gibi çevresine zarar verir.

Bu duygu, nefret olabildiği gibi sevgi de olabilir; yanisi de şu : duygunun ne olduğu önemli değildir, önemli olan bu duyguyu hangi şiddette karşıya naklettiğindir.

Zarar vermek isteğinizin olup olmaması çok da şart değildir.

Eğer zarar vermek istiyorsanız karşınızdakine, o zaman yeni bir soru gelir karşınıza. Zarar vermek istediğiniz karşınızdakinin nesidir, neresidir?

Bu soruya, zarar gördüğünüz ya da gördüğünü zannettiğiniz kimliğinizin, mal varlığınızın, kültürel varlığınızın, değerlerinizin, bedensel varlığınızın, duygusal varlığınızın eksilme oranı yanıt verir.

Ne diyordu bir Çin atasözü : "Seni sokmaya çalışan akrebe karşı mantığın yürümez, acımasızca ezmek zorundasın onu!" Ne güzel demiş çekik gözlü ata. Peki kendimiz dışında herkesi akrep olarak görme paranoyasına ne demeli?

Öte yandan, kontrol gibi, denge gibi, hoşgörü gibi duyguların yaşamın heyecanını, dolayısıyla adrenalin sarfiyatını azalttığını düşünüyorum.

İşte böyle...

Sırf bu yüzden nefrete dair nefret dolu bir şeyler yazmam gerek.

Dudaksız Bir Öpüştür Hayata Dokunuşları!

---------------------------------------Nefretini Terbiye Edemeyenlere

Sakalları uzamış çay artığıdır onlar. Mide burarlar.

Her daim görünmez bir sifon kolu vardır sözcüklerinin sağrısında, hemen çekmezseniz sinekler üşüşür hissettiklerinize...

Dişlerinin arasından tıslayarak çıkarttıkları laf ebelikleri bir çok insanın bamya yemeğini sevmeme nedenine benzer. Kolay sobelersiniz; saklayamazlar gözlerindeki paratoneri.

Kendileri dışında bütün insanları pisuarlar içindeki naftalin tanesi zannederler.

Bulunmaz hint kumaşı diye nitelendirdikleri beyinlerine sarılan üç buçuk metre kefenlik patiskadır aslında.

Akrebin kuyruk kısmı olmaktan övünürler yaşattıklarıyla çevrelerine ateşten bir çember çizdiklerinin farkına varmadan. Seviştikten sonra eşini öldüren karadul örümceği doğasının manzaralarıyla donatırlar evlerinin aynadan geçilmeyen odalarını.

Kuskusu tek heceli oku eksik harfli zannederler.

Akıllarının renk skalalarında siyah ve beyaz olmak üzere toplam iki renk vardır ve sırf bu yüzden gıcıktırlar ebemkuşağına. Ebemkuşağının altından geçmenin planlarını yaparlar da erkeksi ve/veya kadınsı görünmeyi başarabilmek için ellerinden geleni arkalarına da koymazlar.

Apartmanların sigorta kutularını çalıp hatıra niyetine saklayan, gök maviye saldıkları illâ ki kırmızı uçurtmalarının kuyruklarına jilet takan çocuklardır onlar. Siz karanlıkta kaldıkça, uçurtmanız dipsiz bir uçuruma düşer gibi salındıkça, şairin dediği gibi "Gülüşleri bir yara izi gibi durur" suratlarında.

Kalemlerinden damlayan balçıkta yılışık bir ot bile bitmez. Yılan zehri mayalarlar uçkurlarının koyaklarında.

Dudaksız bir öpüştür hayata dokunuşları.

Nevzat TEKİN

7 Ocak 2010 Perşembe

Bal Mahmut ve Aydın Boysan

Kırkambar Güncesi 9 / 07.Ocak.2010 - Perşembe

Kocayürek babacığım baba-oğul anısı yaratmak peşinde miydi yoksa gerçekten gözleri bozuk olduğu için mi okuyamıyordu? Bunun ayırdına şu an varamıyorum; ancak daha ilkokula giderken özellikle tatil sabahları gazetesini yüksek sesle bana okuturdu. Pehlivan tefrikaları mı dersin, köşe yazarları mı dersin, Bal Mahmut köşeleri mi dersin, ölüm ilanları hariç her şeyi okutuyordu babam bana. Okuduktan sonra da beraber yorum yapıyorduk. Keyifli zamanlardı, çok keyifli zamanlardı.

Mesai günlerinde ise akşamüstleri babam kunduracı Hüseyin'in avuç içinden biraz irice dükkanında bazen benim de katıldığım bu okumalara devam ederdi. Onlar üç-dört arkadaş yanlarındaki henüz ergen bile olmayan çocuğu da aralarına alarak ve bunu hiç bir şekilde abartmadan yaparak güzel anılar bıraktılar bana. Okuma ve paylaşma keyfiydi galiba bunun adı.

Bu yüzden küçük yaştan bu yana Burhan Felek'i, İslam Çupi'yi, Rauf Tamer'i, Kurtdereli Mehmet pehlivanı, Bal Mahmut'u ve bir dolu yazın kültürünün figürünü tefrikalardan veya yazılarından tanırım ya da tanıdığımı zannederim.

Tarihimin bu silinmez köşelerinden bugünüme aktarılan pek çok isim vardır, pek çok isim de babam gibi toprağın altına saklanmıştır sevdikleri tarafından, kaybettiklerimizin yerine birilerini koyuyor aklım, gönlüm. Burhan Felek'in yerine Uğur Mumcu'yu koymuştum, Uğur Mumcu'nun yerine ona "Uğurlar Olsun" dediğimiz, dedirtilen günden bu tarafa daha kimseyi bulamadım.

O yıllarda Galatasaraylı olmama rağmen koyu Fenerbahçeli İslam Çupi'yi yazılarından ve kullandığı neredeyse kendine özgü yazı dilinden ötürü çok sevmiştim.

O günlerden sıyrılıp gelemeyen ve 1987 yılında kaybettiğimiz Bal Mahmut'un yerine ise gönlüm Aydın Boysan'ı hiç tereddüt etmeden koydu.

Aydın Boysan meddah tanımının oldukça uzağındadır; ancak nüktedan kelimesinin de neredeyse tam karşılığıdır. Şu sıralar seksenli yaşların ortalarında seyretmektedir. Yetmiş yaşında birisi ile sohbet ederken ona "Gençliğinizin kıymetini bilin" demiştir ki beni benden almıştır. Kısaca onun sohbetlerinde çocukluğumda babamın gazeteden tefrika halinde okutturup dinlediği Bal Mahmut tadını yakalarım. Sırf bu yüzden evin bir elemanı gibidir Aydın Boysan, sanki bir gün çıkıp bizim eve gelse ne o ne de bizler yabancılık çekmeyiz.

Kaldı ki, bu adamın asıl alamet-i farikası rakı bardağı filan değildir, bilgidir.

İslam Çupi gibi, Bal Mahmut gibi, Aydın Boysan gibi adamlar azalıyor mu yoksa biz mi artık çok seçici olmaya başladık?

Nevzat Tekin